28 Temmuz 2011 Perşembe

Saliha hanımın faziletleri

Saliha hanımın faziletleri


Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular:

“Müslümânın kendisinden faydalanacağı en hayırlı şey sâlih bir kardeşten sonra sâliha bir hanımdır ki ona baksa kalbi ferahlanır; ondan bir şey istese itaat eder, (kocasının) yokluğunda da ırzını ve mâlını korur.”

“Üç fazilet, Müslümânın dünyâ saadetine sebep olan şeylerdendir: Sâliha bir hanım, geniş ev ve (menziline çabuk ulaştıran) emniyetli binek.”

"Sâliha bir hanımın güzelliği Allah'tan korkması, zenginliği kanaat sahibi olması, süsü iffetidir. Farzlardan sonraki ibadeti kocasına hizmetidir. Onun gayreti ve gayesi ölüme hazırlanmaktır."

Tıbbıyenin açılması (1827)

Tıbbıyenin açılması (1827)

Sultan İkinci Mahmûd Han zamanında modern sağlık müesseseleri kuruldu. Hekim ve cerrah ihtiyâcının karşılanması için 14 Mart 1827'de Şehzâdebaşı'nda yeniçerilerden boşalan Tulumbacıbaşı konağında Tıphâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Âmire adlı iki kısmı bulunan bir tıp mektebi açıldı.

"Türkleri, onları koruyan Allah'larından ayırmak için başka ne yapılabilir?" (Hamilton)

"Türkleri, onları koruyan Allah'larından ayırmak için başka ne yapılabilir?" (Hamilton)


Çanakkale savaşlarında düşmanlarımızın başkumandanı olan HAMILTON'un günlüğünden;


7 Nisan 1915, İskenderiye;
Yahudilerden faydalanacağımıza inandım. Onları kendi çıkarlarımız için istismar edip, Yahudi gazetecilerin ve bankerlerin çabalarını sağlardık; Yahûdî gazeteciler bizim dâvamıza renk katar, Yahûdî bankerler de kesemize para yağdırırdı.


17 Haziran 1915.
Merakımı mucip olmuştur; karşımızda Hıristiyanlara düşman bir Müslüman eri olsa, hattâ o er kısmen aç olsa, kendisine 10 şiling verilse ve iyi bir akşam yemeği ile karnı doyurulsa, ne yapardı acaba? Maamâfih, dünyâda Osmanlı Türkü'nden başka, din uğruna canını fedaya münâkaşasız hazır bir millet ve asker yoktur. Teslim olması için her asker başına 10 şiling yerine 50 İngiliz lirası teklif etsek, yine de Türk askeri onu suratımıza çarpar, dünyâya rezil oluruz.

"Saltanat işte bu gibilere lâyıktır"

"Saltanat işte bu gibilere lâyıktır" Yıldırım Bayezid -Beyazıd


Yıldırım Bâyezîd Hân Niğbolu'da haçlılar ile muharebe ederken Osmanlı ile akdettiği sulhu(yaptığı barış anlaşmasını) bozan Karamanoğlu, Osmanlı ülkesine taarruz etmiş ve halka zarar ziyan vermişti.

Yıldırım Bâyezîd Hân Haçlıları mağlûb ettikten sonra Karamanoğlu üzerine sefer kıldı. Karamanoğlu, muzaffer sultânın üzerine geldiğini İşitince mukabeleye(karşılık vermeye) gücü olmadığını bilip Taşeli'nde sarp dağlara sığındı. Pâdişâh Konya hisarını muhasara eyledi(kuşattı).

Vakit harman zamanına denk düştüğünden, halkın mahsûlleri hisar dışarısında kalmış, sahipleri hisara sığınmışlardı. Yıldırım Bâyezîd Hân, askerden kimsenin halkın bir danesine taarruz etmemesini; eden olursa katl olunacağını fermân buyurdu ve İlân ettirdi.

Başlıca Büyük Günahlar

Başlıca Büyük Günahlar


1. Allah'a şirk (ortak) koşmak,
2. Haksız yere insan öldürmek,
3. Namuslu kadına iftira etmek,
4. Zina etmek,
5. Harbden kaçmak,
6. Sihir yapmak,
7. Yetim malı yemek,
8. Müslüman ana babaya âsî olmak,
9. Harem-i Şerîf, (Mekke-i Mükerreme'nin harem hudutları dâhilin)de günah işlemek,
10. Faiz yemek,
11. Hırsızlık yapmak,
12. İçki içmek.

İlk dokuz günah Hz. İbn-i Ömer'in (r.a.) rivayetidir. Hz. Ebû Hureyre (r.a.) taiz yemek. Hz. Ali (k.v.) hırsızlık yapmak ve içki içmek de büyük günahtır buyurmuşlardır. (Şerh-u Akâid, Teftâzânî)

Akşemsettin Hazretlerinin Nasihatlerinden

Akşemsettin Hazretlerinin Nasihatlerinden



Ey oğul! Her işe besmele ile başla.
Dâima abdestli ve temiz ol.
Namazlarında tembellik etme. Kaza ve kaderin Haktan olduğunu bil. Sana ulaşan nimete şükret, belâya sabret; sakın Allâhü Teâlâ'ya isyan eyleme.
Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin. Kimsenin kalbini vîrân eyleme (yıkma).
Kardeşine ulaşan nimete asla haset etme.
Kimseyi kötüleme, yalan ve iftiradan sakın. Kardeşinin kusurlarını görme.
Ananı ve babanı duadan ihmâl etme. Senden büyük kimsenin önünde yürüme.
Yalnız sefere çıkma.
Çok uyumak hastalığa sebeptir.
Geceler uyanık ol (namaz ve zikirle meşgul ol), seher vakitlerinde Kurân-ı kerîm oku. Gece, gündüz Allâhü Teâlâ'ya duâ ve ilticada bulun.
Allâhü Teâlâ'ya dâima hamd et, azabından kork. Hep sâlih kimselerle otur.
Dünyâ sultânlarının iltifâtıyla sevinme. Dünyânın geçici sevinci seni oyalamasın.
İhsan ve ikramın bol olsun, sadakayı ihmâl etme.
Sırlarını ifşa eyleme.

" ALLAH'IM! BEN ONDAN RAZIYIM, SEN DE RAZI OL!"

" ALLAH'IM! BEN ONDAN RAZIYIM, SEN DE RAZI OL!"


Müzeyne kabilesinden Abdullah Zülbicâdeyn (r.a.) amcasının himayesinde bir yetîm idi.

Amcası ona iyilik eder, ihtiyaçlarını verirdi. Müslüman olduğunu işitince yeğenine: "Eğer Muhammed'in dînine uyarsan sana verdiğim her şeyi geri alırım" dedi. Hz. Abdullah (r.a.): "Muhakkak ben Müslümanım" deyince amcası, ona verdiği her şeyi, hatta üzerindeki elbisesini de aldı.

Anası bir bicâdı {kilim gibi sert bir bez parçasını) ikiye böldü. Yarısını belden yukarısına izâr, yarısını da belden aşağısına ridâ ederek giydi. Ertesi sabah namazını Resûlullâh (s.a.v.) ile kıldı. Resûlullâh Efendimiz (s.a.v.) âdeti olduğu üzere namazdan sonra gelen cemâate bakarken onu gördü ve "Sen kimsin" diye sordu. "Ben Abdüluzzâ'yım deyince (Uzzâ putunun kulu manasına olan ismini değiştirerek), Resûlullâh ona "Bilakis, sen Abdullah Zülbicâdeyn'sin, bana gelmeye devam et" buyurdular. Bu sebeple Zülbicâdeyn (iki bicâd sahibi) diye meşhur oldu. O vakitten sonra Resûlullâh'ın (s.a.v.) kapısından hiç ayrılmadı.

"Hâlâ bakmazlar mı o deveye, nasıl yaratılmış?"

"Hâlâ bakmazlar mı o deveye, nasıl yaratılmış?"


Birçok hayvana benzemeyen acaib yaratılışlı, çok kuvvetli, dikenli şeylerle ve az bir yulaf ile beslenen, ağır yükleri uzun mesafelere götüren ve günlerce susuzluğa dayanan develer, kocaman gövdesine rağmen çocukların bile tutup götürebileceği uysallıktadırlar. Gittikleri yolları kuvvetli hafızaları ile asla unutmazlar. Güzel sesin tesiri ile coşup süratlenirler.

Deve bir defada 150-200 litre su içebilir ve bir hafta suya ihtiyacı kalmaz. Yaz sıcağında su içmeksizin 10
gün yol alabilir, kış mevsiminde hiç su içmeden yol alabilir.

Kuvvetli dudakları ile dikenli veya sert bitkileri yiyebilir. Çöl bitkilerinin % 80'i sudan oluştuğu için sadece bunları yiyerek 6 aydan fazla susuz yaşayabilirler. Devenin suya ihtiyacı olunca hörgücündeki yağ, vücutta parçalanıp açığa çıkan hidrojen havadaki oksijen ile birleşir ve su meydana gelir. Çift hörgüçlü deve, susuzluğa daha fazla dayanabilir.
Saatte 5 kilometre yol alan deve 18 saat yürümekle günde 90 km. yoi katedebilir.

Bahtiyar ve bedbaht eden beş şey

Bahtiyar ve bedbaht eden beş şey


Âdem aleyhisselam beş şey ile bahtiyar oldu.

• Zellesini (hatasını) i'tiraf etmek,
• Pişmanlık duymak,
• Nefsini ayıplamak,
• Tevbeye koşmak,
• Rahmetten ümidi kesmemek ile.



İblis (şeytan) de beş şey sebebi ile bedbaht oldu:

Peygamberlerin hepsi çobanlık yapmış, koyun gütmüştür

Peygamberlerin hepsi çobanlık yapmış, koyun gütmüştür


PEYGAMBERLERİN (A.S.) MESLEKLERİ

Cebrâîl aleyhisselâmın öğretmesi ile ilk defa dokumacılık, terzilik, Kasaplık, çiftçilik ve demircilik yapan Adem aleyhisselâmdır. (Anlaşılacağı üzere taş devri diye bir devir yaşanmamıştır. Mevla, eşyanın hepsinin isimlerini Adem aleyhisselama öğretmiştir. Hatta Adem aleyhisselam çocuklarına farklı farklı lisanlar/diller öğretmiştir))

İdris aleyhisselâm terzilik ve yazıcılık sanatını ilk yapandır.

Nûh aleyhisselâm marangoz idi. Gemi yapma sanatını vahiy ile öğrenmiştir ve bu sanatın ilk üstadıdır.

Hûd aleyhisselâm tüccar idi.

Hz. Lokman hekim terzi idi.

Şâlih aleyhisselâm ticâret yapar, kumaş dokurdu.

İbrahim aleyhisselâm, kumaş tüccarı idi.

Lût aleyhisselâm, çiftçilik yapardı.

Öyle üstü başı toz toprak içinde olanlar vardır ki...

Öyle üstü başı toz toprak içinde olanlar vardır ki...

"Nice mühimsenmeyen, saçı sakalı birbirine karışmış, toz toprak içinde, kendisine değer verilmeyen insanlar vardır ki, Allah'a yemin etseler, Allah onları yeminlerinde sâdık kılar ve istediklerini kabul eder. İşte onlardan birisi de Berâ b. Mâlik'tir." Hadis-i Şerif

----

ASHÂB-I KİRÂM'DAN BERÂ (R.A.)

Hz. Berâ (r.a.), Enes b. Mâlik (r.a.)'ın kardeşidir. Resûlullah (s.a.v.)'in bazı seferlerinde güzel sesi ile şiir okurdu. Bedir hariç Resûlullah (s.a.v.) ile bütün savaşlarda bulunmuştur.
Yemâme Savaşı'nda Müslümanlar, müşrikleri sıkıştırdılar, hatta onları, Allah düşmanı Müseyleme'nin bulunduğu bahçeye sığınmaya mecbur bıraktılar. Berâ b. Mâlik "Ey müslümanlar! Beni onların arasına atın." dedi. Bunun üzerine onu tutup duvarın üstüne kaldırdılar ve duvardan bahçeye atladı. Bahçede onlarla kıyasıya savaştı. Bahçenin kapısını açıp Müslümanların da içeriye girmesini sağladı. Vücudunda seksen küsur ok ve darbe yarası vardı. Allah o gün Müseyleme'nin canını aldı.

Bir Medeniyet Değiştirme Mâcerası...

Bir Medeniyet Değiştirme Mâcerası...

Medeniyetin sadece binayla, yolla, köprüyle, barajla, zenginlikle, lüksle, uçakla, trenle, cihaz ve âletlerle olduğunu sananlar medeniyet nedir bilmiyorlar.

Bir medeniyetin elbette binaları, yolları, limanları, barajları olur ama onlar medeniyetin kendisi değil, maddî meyve ve eserleridir.

Asıl medeniyet:

Adalettir... İlimdir irfandır... Ahlak ve fazilettir... Güvenliktir...

Ne güvenliği?.. Can güvenliği, Mal güvenliği... Irz, namus ve nesep güvenliği... Din, inanç, inandığı gibi yaşamak güvenliği... Kimliğini koruyabilme güvenliği... Fizikî ve ruhî sağlığını koruyabilme güvenliği...

Halkın aldatıldığı, çeşitli afyonlarla uyuşturulduğu bir yerde gerçek medeniyet yoktur.

Ne vardır?.. Medeniyetin karikatürü vardır.

Bir toplum zengin edebî ve yazılı bir lisana sahip değilse binayla minayla medenî olamaz.

Tarihsiz toplumlar medenî değildir.

Asırlar boyunca İslam'ın bayraktarlığını yapmış Türkiye'nin hali...

Asırlar boyunca İslam'ın bayraktarlığını yapmış Türkiye'nin hali...


Bu Gidiş Nereye?

İslam dünyasının bugünkü kaotik, anarşik, perişan, param parça, yürekler acısı, vicdanları isyan ettirici durumdan kurtulması çok zordur. Gerçekten çok zordur.

İslam dünyası iliklerine kadar afyonlanmıştır.

Siyonistler, Haçlılar damarlarımıza kadar nüfuz etmiştir.

İslam dünyasında, bilhassa Türkiye'de dehşet verici bir yabancılaştırma eğitimi, propagandası, beyin yıkama seferberliği hüküm sürmektedir.

Asırlar boyunca İslam'ın bayraktarlığını yapmış Türkiye'nin haline bakalım:

* Hadsiz hesapsız hizbe, fırkaya, cemaate, parçaya, kliğe ayrılmışız.

* Ümmet olmaktan çıkmış sürüleşmişiz.

* Müslümanların 1924'ten bu yana bir İmam-ı Kebir'leri(halifeleri) yok.

* Üniter bir hiyerarşileri yok.

* Kurtulmak için ciddî ve ortak bir plan ve programları yok.

* Müslümanlar o hale gelmişler ki, küçük çocuklarına özel din ve Kur'an dersi bile veremiyorlar.

* Ceza Kanununda zina suç olmaktan çıkartılmış.

* Deccalizmin, Süfyanizmin, Kezzabizmin, Tagutizmin ağır ve derin baskıları ve tabuları bünyemizi zehirlemiş.

ABD, 2020 yılında İslam dünyasının başına bir halife oturtmak istiyor.

Aytunç Altındal





Hilafetin Türkiye'de yeniden kurulması sadece bazı tarikat ve dini cemaatlerin değil, "yeni dünya düzeni" kurmak isteyen Evanjelist-Yahudi-Kabalist Ezoterik dış güçlerin de rüyalarını süslüyor.

Aytunç Altındal, Türkiye Cumhuriyeti'nde Sabataycıların da içinde bulunduğu grupların hilafet planının 50 yıllık bir düş olduğunu belirtiyor. Altındal'a göre, 40'lı, 50'li yıllardan beri Sabatayistler hilafeti düşünüyorlar. Yüksek dereceli masonlar, Gül ve Haç Teşkilatı üyeleri ve Sabataycıların kurduğu "Manevi Cihazlanma Derneği" üç dinin merkezi olarak İstanbul'u göstermişti. (Tempo dergisi, 3 Haziran 2004)

Mehmet Şevket Eygi, Sabataycı grupların Müslüman Türklerin eğitimsiz kalmasında son derece etkili olduğunu söylüyor. Ve "Sabataycıların diyanet işleri başkanı ve halife adayları bile var" diyor. (Tempo dergisi, 3 Haziran 2004)


Gelelim Manevi Cihazlanma Derneği'ne.

24 Temmuz 2011 Pazar

Bir ihanetin anatomisi; Kıbrıs Barış Harekatı'nda Kendi Gemilerimizi Neden Vurduk? (VİDEO)


Ve, bu facianın en büyük sorumlularından olan Güven Erkaya kripto yahudisi, önündeki süreçte hiç bir rütbe düşürmesi veya atama engellemesi ile karşılaşmadan, çok yüksek bir hızla Deniz Kuvvetleri komutanlığına kadar yükselmişti... 28 şubat örtülü darbesinin kilit isimlerinden biri olmuş ve öldüğünde İsrail gazeteleri "o bir aheremod kedoşim " diye başlık atıp vefalarını göstermişlerdi...


Yahudi inancında "Aheremod kedoşim" denilen kavram "İsrail sınırları dışında gizlice israil ve yahudi menfaatleri için mücadele veren kahraman" anlamına geliyor...


Böyle bir hain kripto tipe ülkemizdeki yazarlardan Abdurrahman Dilipak "Hakkımı helal etmiyorum" diye bir yazı yazdığı için mahkemece suçlu bulunmuş ve evine haciz getirilmişti...


Türkiye'de hangi sorunu çözmek isterseniz, o sorunu çıkartmış ve çözülmesine engel olmak için cansiparane uğraş veren bir klik ile karşılaşırsınız ki bunlar kendilerine sabetayist/sabetaycı denilen ekoldür...


ONLARI DEŞİFRE EDİP, ADİL TÜRK HUKUKU İLE YARGILAYIP, HAK ETTİKLERİ EN AĞIR CEZALARI VERMEZSENİZ EĞER, TÜRKİYE'NİN TAM BAĞIMSIZLIĞI VE FERAHI İÇİN VERİLEN MÜCADELELER, KARANLIĞA KURŞUN SIKMAK ANLAMINDA FAYDASIZ BİR HAREKET OLARAK KALMAYA MAHKUMDUR...


Çünkü onların girmedikleri kılık, sızmadıkları yapılanma, siyasi parti, cemaat, tarikat, kamu kurum ve kuruluşu ve özel sektör yok.... Hepsi Türk ve Müslüman ismi taşıyorlar... İç düşman/hainler temizlenmeden ordu sefere çıkamaz, çıkarsa da böyle olur.. Kendi gemisini, askerini vurur... İki günde bitirilebilecek PKK isimli çapulcu sürünü otuz sene başına dert eder... Paşalar PKK'ya askerlerin koordinatlarını verir, istihbari bilgi verir, Heronlar, Neronlaşmış Türk kılıklı Yahudi paşalarına Mehmetçiğin nasıl kırıldığını naklen seyretme keyfi vermek için ve yine İsrail'de alınır...

UYUMA TÜRK EVLADI, UYUMA UYAN!
OTUZ KUPONA ALINMADI BU VATAN!
____

Kimdir bu Güven Erkaya?

.







‘BÇG(Batı Çalışma Gurubu isimli TSK içinde yasadışı olarak oluşturulan ve sadece Müslüman memleketindeki müslümanları fişleyen gurup)'nin mimarı Güven Erkaya, “1974'de gerçekleştirilen Kıbrıs Harekatı'nda Kocatepe Muhribi'ni tartışmalı bir şekilde batıran amiral olarak adını duyurdu. Güven Erkaya, 28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nı yürütmekteydi. Refahyol hükümeti döneminde Başbakan Necmettin Erbakan'ın Başbakanlık'ta düzenlediği bir yemekte içki bulunmaması üzerine tartışma çıkaran ve dışarıdan içki aldırtan Güven Erkaya'nın çok içki içmesine bağlı olarak yakalandığı bağırsak kanserinden öldüğü açıklandı.''


28 Şubat sürecinde imam hatip liseleri, başörtüsü ve kuran kurslarına karşı büyük savaş açan Güven Erkaya, öltmünün ardından imamın önüne getirilerek cenazesi yıkandı ve toprağa verildi. Erkaya, Gemisini batıran kaptan olarak Türk tarihine geçti.


Kocatepe Muhribi nasıl batırıldı?


Türk jetleri üç Türk gemisini havadan tespit etti. Türk Deniz Kuvvetleri'ne bölgede Türk gemisi olup olmadığı soruldu. Ankara'dan gelen cevap hayırdı. Bunun üzerine Türk jetleri Yunan gemileri yerine Türk gemilerine bombardımana tuttu. Deniz Kurmay Yarbay Güven Erkaya'nın kaptan olduğu Kocatepe Muhribi Türk uçaklarının hava saldırıları sonucu isabet alarak 54 askerimizin şehit olmasına sebep olmuştu. Erkaya ise botlarla Kocatepe ve şehit olan askerleri terkederek olay yerinden kaçmıştı. Erkaya'nın imdadına İsrail gemisi yetişmişti.''


Tedavi gördüğü Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nde 24 Haziran 2000 tarihinde ölen Emekli Oramiral Güven Erkaya dönemindeki BÇG dayatmaları, birçok insanın işini, eşini ve istikbalini kaybetmesine sebep oldu. Kuran kursları kapandı. İmam hatipler ağır darbe yedi. Başörtülü öğrencilerin gözyaşları dinmedi.

http://www.habervaktim.com/haber/83567/kimdir_bu_guven_erkaya.html

ERKAYA’NIN OĞLU ARGUN MASON ÇIKTI

17 Temmuz 2011 Pazar

Mehdi ne demektir ve kimdir?

Mehdi ne demektir ve kimdir?




Mehdî kelime olarak; doğru yolu bulmak, hidayet yoluna girmek, yol göstermek ve yol târif etmek mânâlarına gelen “hidâyet” masdarından meydana gelmiştir.

Bir başka ifadeyle Mehdî, hidâyete eren, doğru yolu bulan kimse demektir.

Kelime mânâsı itibariyle mehdî, “kendisine rehberlik edilen” demek olduğu halde, hidâyetin Allah’tan olması sebebiyle daha husûsi bir mânâ kazanmış ve “Allâh’ın hidâyetine nâil olan, O’nun tarafından yol gösterilen kimse” için kullanılır olmuştur.

İslâmî ilimler ıstılâhında Mehdî, kıyâmet kopmadan önce gelecek ve kendisinden evvel zulümle dolmuş olan dünyayı adâletle dolduracak olan Ehl-i Beyt’ten bir zâttır.

***

Mehdî, kıyâmetin büyük alâmetlerindendir

Kur'an meallerinden islami ilimler/hükümler öğrenilemez. Mealcilik doğru bir akım değildir.

Kur'an meallerinden islami ilimler/hükümler öğrenilemez. Mealcilik doğru bir akım değildir.


Mukallidler(bir mezhep imamına tabi olup onu taklid edenler) Dini, Tercüme ve Meâllerden Öğrenemez...

Yeni hidâyete gelmiş üniversite mezunu bir kimse namaza başlamak istiyor. Abdest nasıl alınır, namaz nasıl kılınır, hiç bilgisi yok, her şeyi öğrenmesi gerekiyor. Bu kişiye beş ayrı Kur'an tercümesi ve meâli, on tefsir verseniz. Bu tefsirlerden biri otuz cilt olsa. Bunların yanında on kadar hadîs külliyatı...

Bu kültürlü, iyi niyetli kimse bu eserleri üç ay boyunca okusa; doğru dürüst abdest almayı, iki rekat namaz kılmayı öğrenebilir mi?

Öğrenemez.

Ne yapması lâzımdır?

Kur'an Müslümanlığı; Peygambersiz, Sünnetsiz ve Mezhepsiz İslam...

Kur'an Müslümanlığı; Peygambersiz, Sünnetsiz ve  Mezhepsiz İslam...




“Size düşen Kur’an’a sarılmaktır. Onun helâl dediğini helâl, haram dediğini haram saydığınızda kurtuluşa erersiniz. Zaten hadislerin çoğu uydurmadır.” (?)

-------



“Kur’an Müslümanlığı”, müsteşrikler ve mezhepsizler

İnsanı yeryüzünde halîfe olarak yaratan Hz. Allah, lûtuf ve kerem hazînesinden, beşere/insanlara dünya ve ukbâ/ahıret saâdetini kazandıracak ilâhi mesajlarını ve bu mesajları; sözleri, fiileri, hal ve hareketleriyle, kısacası hayatıyla tefsîr eden/ açıp açıklayan peygamberleri (aleyhimüsselâm) göndermiştir.

Kur’ân-ı Kerim ve Resûlüllah (s.a.v.) ile bu ilâhi tenezzülât kemâl/olgunluk noktasına ulaşmış... En son ve en mükemmel din olan İslâm, kıyâmete kadar aslî hüviyetini/asıl kimliğini muhafaza edecektir. Bunu Rabbimiz (c.c.) kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de taahhüt etmektedir.

Son birkaç asırdır elde ettiği teknolojik muvaffakiyetlerle sarhoş olan Batı insanı, huzuru dinden ve fıtratten alabildiğine kaçışta bulacağını sanıyordu. Fakat aradığı huzuru bulamadı.

Batı’nın teknolojik başarısı karşısında âdeta şok olan İslâm âlemi, onun bu huzursuzluğunu görmekte ve yavaş-yavaş kendine gelerek ilâhi menbaa/kaynağa doğru koşmaktadır. Haddizatında dünyanın her tarafında islâm’a koşan insanlar, gün geçtikçe artmaktadır.

Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmakta onlara hâkim olan Batı dünyası, oryantalistler (müsteşrikler-İslamı araştırıp yorumlayan batılılar)le İslâmiyeti aslî hüviyetinden saptırmak, bu ilâhî kaynağı bulandırmak için her geçen gün artan bir tempoyla çalışmaktadır. Maalesef memleketimizde de onların bu oyununa gelenler vardır. Müsteşriklerin İslâmiyeti tahrip etmek için neşrettikleri/yayınladıkları zehirlerin pazarlayıcılığını yapmaktadırlar. Bilerek veya bilmeyerek bir takım Müslümanlar da bunların tesirinde kalmaktadır. Müdâfaasını/savunmasını yaptıkları temel düşünce şudur:

“Size düşen Kur’an’a sarılmaktır. Onun helâl dediğini helâl, haram dediğini haram saydığınızda kurtuluşa erersiniz. Zaten hadislerin çoğu uydurmadır.”

“Kur’ân’a sarılalım” mâsum kılıfıyla sünneti, dolayısiyle Peygamberimizi (s.a.v.) devreden çıkarmak istemekte ve bunu da Kur’an adına yaptıklarını iddia etmektedirler. Halbuki Kur’an, onların bu hezeyanını yüzlerine çarparak Resûle ittibâyı/tabi olmayı emretmektedir:

"Başörtüsüne karışma!"

"Başörtüsüne karışma!"


Cumhuriyet'in ilk Milli Eğitim Bakanları'ndan Hikmet Bayur anlatıyor:

"Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) bulunduğum sırada eski emniyet genel müdürlerinden Trabzon valisi Rifat Bey, vilayetteki bayan öğretmenler arasında bir kısmının başörtü ile okula geldiklerini bildirip, bunu bir emirle yasaklamamı istedi.

Mektubu Cumhurreisine gönderdim. Şu yolla konuştu:

'Bu işe karışma, zamanla kültür ilerledikçe bunlar hep olacaktır; bu sırada bize düşen, başörtü giymeye zorlayanlar varsa onlarla mücadeledir. Başörtü işi, fes işi gibi kör bir taassubun sonucu değildir; insanlarda pek canlı olarak var olan ayrı bir duygunun, kıskançlık duygusunun da tesiri altındadır....'"Bunun üzerine valinin mektubunu karşılıksız bıraktım."
Türk Tarih Kurumu yayını, Belleten, Ekim 1973, c. 148, no: 37)

Baykuş Uğursuz mu?

Baykuş Uğursuz mu?


Hz. Süleyman (aleyhisselam), huzuruna girip selâm veren baykuşa sormuş

- Ey Baykuş! Evlere konunca niçin uzun uzun ötersin?
- İnsanoğlu bu kadar ağır imtihanla karşı karşıya iken nasıl rahat uyur? demek isterim.
- Gündüzleri niçin dışarı çıkmazsın?
- İnsanoğlunun birbirine olan zulümlerinden dolayı...
- Feryadında ne dersin?
- Ey gafiller! Yolculuk var. Hazırlıkta bulunun, derim.

Hz. Süleyman (a.s.) şöyle buyurmuş: "İnsana böyle yolgösteren başka bir kuş yoktur. Neden insanoğlu onu uğursuz sayar, anlamadım."

( Süleyman peygamber hem insanlara hem de cinlere peygamber kılınmış ve bütün mahlukatın lisanı ona öğretilmiştir.)

Hizmetin küçüğü, büyüğü olmaz

Hizmetin küçüğü, büyüğü olmaz


Çolak Hasan, yeniçeri olmak istiyordu. Acemiler ocağına başvurdu. Fakat ağa ocağa kabul etmedi. Hasan’ın boynu büküldü. Sonra, çolak elini gizlemek için bedenine yaklaştırdı ve kendi kendine; “Artık hiç bir zaman savaşa katılamıyacağım, yeniçeri olamayacağım” dedi.

Oradan ayrılarak evine gitti. Çolak eline baka baka ağlamaya başladı. Devrin büyük âlimlerinden Hoca Sa’deddîn Efendi, sarayın bahçesinde gezintiye çıkmıştı. Hasan’ın ağlama sesini duydu ve sesin geldiği tarafa doğru yürüdü. Hasan’a, niçin ağladığını sordu. Hasan çolak elini arkasına saklayarak, gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu. Hoca Sâdeddîn Efendi ona; “Derdini bana söyle de bir çâresini bulmaya çalışalım” dedi. Hasan; “Çâresini bulamazsınız” deyince, Hoca; “Sen yine söyle” dedi. Hasan yaşlı gözlerini Sa’deddîn Efendi’nin gözbebeklerine dikerek; “Pâdişâh efendimiz düşman üzerine sefer düzenlemiş. Fakat ben gidemiyeceğim. Hayâtım boyunca hiç asker olamıyacağım ve sefere katılamıyacağım. Bir süre önce beni acemiler ocağına almadılar. Eğer o zaman alsalardı, belki şimdi ben de sultânımızın ordusuna katılır, savaşa giderdim” dedi. Sa’deddîn Efendi bir süre düşündükten sonra; “Seni harbe götüreceğim” dedi. Hasan bir an hayretler içinde kaldı. Hoca Efendi onun şaşkınlığını fark edince; “Orduda sâdece muhâribler yoktur. Pek çok kişi de orduya hizmet eder. Ama savaşta önemli olan her türlü hizmeti yapmaktır. Hizmetin küçüğü büyüğü olmaz. Herkes elinden geleni yapar, sen de mutfak hizmetçisi olacaksın” dedi.

Anne ve babanın evladı üzerinde on hakkı vardır

Anne ve babanın evladı üzerinde on hakkı vardır


1 - Eğer muhtaç ise yedirmek.
2- Muhtaç ise hizmet etmek.
3- Çağırınca icabet etmek.
4- Günah olmayan bir şeyi emredince itaat etmek.
5- Anne ve babası ile konuşurken yumuşak konuşmak, kaba ve kırıcı konuşmamak.
6- Elbise ihtiyâcı olursa giydirmek (gücü yettiği kadar).
7- Yürürken arkasında yürümek.
8- Kendisi için sevdiğini onlar için de sevmek.
9- Kendisi için kerih görüp istemediğini onlar için de kerih görmek.
10- Her ne zaman kendisi için duâ ve istiğfar ederse onlariçin de mağfiretle duâ etmek.

Fakîh Ebu'l Leys'e "Anne ve baba evlâdından kızgın ve kırgın olarak vefat ederse vefatından sonra memnun etmek mümkün olur mu?" diye suâl olundu, o da "Üç şeyle mümkün olur:

Daima Hayırla Yadedilecek Bir Kahraman; Sadrazam Sinan Paşa

Daima Hayırla Yadedilecek Bir Kahraman; Sadrazam Sinan Paşa

"Koca Yavuz, gözyaşlarını saklamaya lüzum görmeden ağlıyordu..."

----

Ridaniye Meydan Muharebesinin en kızgın ânıydı. Sultan Tumanbay'ın kumanda ettiği Memlûk ağır süvarisi, bir an önce neticeye gitmek için Yavuz Sultan Selim Han'ın kumanda ettiği Osmanlı ordusunun merkezine yüklenmişti. Ancak. Yavuz hazırlıklı idi. Aniden topların önüne dizdiği askerlerin iki yana açılmasını emretti. O anda harp sahrasını inim inim inleten müthiş bir gümbürtü yükseldi. Planını bizzat Yavuz'un çizdiği ve dünyada ilk defa Osmanlılar tarafından bu savaşta kullanılan yivli toplar vazifelerini hakkıyle yapıyorlardı. Memlûklüler perişan bir vaziyette geri çekilmeğe başladılar.

Tumanbay'm çekildiğini gören, Memlûklü ordusu kumandanlarından Cânbirdi Gazâlî hezimeti önlemek için Osmanlı.sağ kanadına doğru hücuma kalktı. O tarafta Vezir-i Âzam Sinan Paşa kumandasında Anadolu tımarlı sipahileri vardı. Bu âni Memlûklü hücumu karşısında, şaşıran tımarlı sipahiler, kendilerini toparlamağa bir türlü fırsat bulamamışlardı. Mukavemet edemeyince çekilmeğe başladılar. Bu nâzik anda, Sinan Paşa'nın gür sesi duyuldu:

"Koman yiğitlerim, vurun arslanlarım" diyen' Sinan Paşa, yalınkılıç ileri atılmış, en ön safa geçmiş, kahramanca çarpışmağa başlamıştı. Şanlı kumandanlarının ön saflarda vuruştuğunu gören askerler geriye dönüp, yıldırım gibi Memlûklü askerlerinin üzerine atıldılar.

Sinan Paşa, genç bir yeniçeri gibi döne döne savaşıyor, zaman zaman getirdiği tekbirlerle, attığı naralarla askerleri coşturuyordu. Bu arada birkaç yerinden ağır bir şekilde yaralanmıştı. Fakat yaralarına aldırış etmeden çarpışmağa devam ediyordu. Yavuz, Sinan Paşanın yaralandığını görmüştü, haber göndererek, Sinan Paşa'nın geri çekilmesini emretti. Haberci Padişahın emrini Sinan Paşa'ya aktarınca. Paşa şöyle dedi:

"Bizim Cenâb-ı Zülcelâle ve Devlet-i ali-i Osmaniyeye bir can borcumuz var. Bu can tenden çıkıncaya ve elimiz kılıç tutmaz hale gelinceye kadar burada sebat etmek ve şehit olmak en büyük arzumuzdur. Ben gerilere çekilmek değil, daima ileriye atılmayı yeğ bulurum."

Sinan Paşa bu sözleri söyledikten sonra, 'Ya Allah!" diyerek yeniden en ön saflara doğru atıldı. Söylediği gibi, eli kılıç tutmaz hale gelinceye kadar vuruştu. Aldığı pek çok yaranın tesiriyle harb meydanında şehidlerin arasında uzandı ve oracıkta ruhunu Rahmân'a teslim etti. İ'la-yı kelimetullah(Allah’ın adının ve din-i İslam’ın yüceltilmesi) için, tefrikayı(ayrılığı) kökünden halletmek ve İttihat-ı İslâm'ı (İslam Birliğini) tesis etmek için yola çıkan Padişahla ve ordusuyla aynı ideali paylaşan Sinan Paşa, bu ideal uğruna seve seve canını feda etmişti.

Mısır'ın Osmanlı topraklarına katılmasını netice veren Ridaniye Zaferinde (22 Ocak 1517) Sinan Paşa'nın payı büyüktür.

Yavuz, zaferin ertesi günü harp meydanını dolaşırken, Sinan Paşa'nın şehidler arasında uzanmış yatan cesedini gördü. Bu değerli vezirini kaybettiği için çok üzülmüştü. O gün bütün şehitlerle birlikte Sinan Paşa'nın da cenaze merasimi yapıldı. Cenaze namazları oracıkta kılındı. Yavuz, bu merasim esnasında teessürünü gizlemedi. Koca Yavuz, gözyaşlarını saklamaya lüzum görmeden ağlıyordu...

Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, İstanbul, 1993, Sayfa:241-242

Padişah Her İstediğini Yapabilir miydi?

Padişah Her İstediğini Yapabilir miydi?

Bir defasında Yavuz Sultan Selim Han, Enderûn-u Hümâyûn ağalarından 30-40 kişinin, işledikleri bir suç üzerine derhâl öldürülmelerini emretmişti. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi durumu öğrenince, acele ile pâdişâhın yanına vararak;

"Şöyle bir haber işittim" dedi. Yavuz da:
"Doğrudur, ancak senin saltanat işlerine karışmaya ne hakkın vardır ki bunu bana sorarsın?" diye sert bir cevap verdi. Zenbilli Ali Efendi;

"Biz âhiret işlerini tanzim etmekle vazîfeli olduğumuzdan, sana şer'î hükümleri bildirmeye geldim" diye cevap verdi. Pâdişâhın;

"Umûmî ahvâlin (Sosyal düzenin) düzelmesi İçin bir fırkanın öldürülmesine cevaz verilmez mi?" sözüne karşılık, Zenbilli:

Osmanlı'ya ihanetin bedeli

Osmanlı'ya ihanetin bedeli

1941 yılında, yani İkinci Dünya Harbi sırasında, savaşın tesirlerini araştırmak üzere, Feridun Cemal Erkin, devlet tarafından Arap ülkelerine gönderilir. Suriye, Irak, Filistin ve Mısır’ı dolaşır. Bu esnada, krallığı henüz îlan edilmemiş olan Emir Abdullah tarafından Ürdün'e de davet edilir. Abdullah, İstanbul’da büyümüş, tahsilini de Devlet-i Âliye'nin bu muhteşem idâri ve irfan merkezinde tamamlamıştır.

Bununla beraber bedevî hayat tarzına bağlı bir Arap'tır. Çadırda yaşamakta ve bundan da büyük zevk almaktadır. Feridun Cemali de Şerta nehrinin karşı yakasındaki Şu'ne ovasına kurdurduğu çadırında kabul eder. Türkçe'yi, gayet nefis bir İstanbul şîvesiye konuşmaktadır.

Harp hakkında fikir teatisinde bulunurlar. Neticede söz dönüp dolaşır ve Devlet-i Âliye'nin yıkılışına gelir. Çadırda ikisinden başkası yoktur. Emir Abdullah, uzun bir muhasebeden sonra kendisini itirafa hazır hisseden bir suçlu gibi,

İnsanı ihmal edenler hayvana sarılıyor

İnsanı ihmal edenler hayvana sarılıyor

"Hayvanlar âleminin kendi sırları, düzenleri var. Hâlık Teâlâ'nın verdiği sevk-i tabiî (içgüdü) ile onların düzenleri en sağlıklı bir şekilde korunmakta ve yürütülmektedir. Bir hayvan kolay kolay kabızlık çekmez. Çünkü seçtiği gıdalarla sindirim sistemi dengesini ayarlar.

Ne var ki kafeslere, cumbalara ve benzeri yerlere tıkılan, böylece en evvel hürriyetine el konanlarda ise bazı şeyler altüst olmakta; bu defa hayvanın tabiî dengesi bozulmaktadır. Tedbir olarak onların bu sıkıntılardan kurtarılmaması hâlinde, hayvan haklan açısından ihlâllerin olduğunu söyleyebiliriz.

Eskilerde, evlerin içinde kedi; ihtiyaç hâlinde, evin içine konulmamak kaydıyla, dışarıda köpek de beslenirdi. Köpekler kendi yerlerini bilirler ve evin içine teklifsizce girmezlerdi.

Yıldırım Bayezid'in iade ettiği yemin

Yıldırım Bayezid'in iade ettiği yemin

Yıldırım Bâyezîd'in Niğbolu zaferi tarihin en büyük muharebelerinden biri sayılır. 120.000 kişilik haçlı orduları 90.000'e yakın zâyiât verdi. Çok azı kaçmayı başarabildi. Geri kalanlar esir edildi.

Esirler, Edirne ve Gelibolu üzerinden Bursa'ya gönderildi. Yıldırım Han Bursa'ya gelince esirlerin tamâmını fidye karşılığı serbest bıraktı.

Yavuz Sultan Selim'in Vefatı

Yavuz Sultan Selim'in Vefatı

Pâdişâhın nedîmi Hasan Can anlatıyor: "Hastalığı sırasında ona hizmet etmek şerefinden bir an mahrum olmadım. Geceleri sabahlara kadar, mum gibi için için yanarak karşılarında dururdum. Bir hizmeti olmadığı zaman, onun arzusu üzerine yanında otururdum. Kâh mübarek elleri elimde, kâh asîl ayakları dizimde idi. Cerrahların müdâhalesi esnasında, kâh omzuma dayanır, kâh cerrahların yaptıklarına bakmaya memur ederdi...

Vefatında Kur'ân-ı Kerîm okumak ve Kelime-i şehâdeti telkinde bulunmak vazifesini ben gördüm. Son nefesine kadar bir an yanından ayrılmadım. Hattâ son nefesini vereceği sırada, bu hakire hitap edip buyurdular ki: "Hasan Can, bu ne hâldir?" Ben de dedim ki: "Sultânım, Allahu Teâlâ ile olacak zamandır."

Çöl gemileri; develer..

Çöl gemileri; develer..


Sûre-i Gâşiye'nin 17. âyetinde meâlen "Hâlâ bakmazlar mı? O deveye ki, nasıl yaratılmış." buyurulmaktadır. Develer kuma batmazlar. Günlerce su içmeden yürürler. Gözleri ve kulakları kumdan ayrıca korunmuştur. Bir defada 100 litreden fazla su içerek, uzun bir yolculuk için su depolayabilirler.

Çöllerde yaşayacak, yol alacak ve iş görecek bir makine için insanlar nasıl bir tasarım yaparsa yapsın, îmâl edecekleri hiçbir şey, bir deve kadar mükemmel olmayacaktır. Sıkıntılı çöl şartlarında yaşamaları için, develerin ayak tırnaklarından göz kapaklarına kadar her türlü ayrıntı mükemmel bir şekilde ayarlanmıştır. Sâdece deve için değildir bu ayarlamalar; aynı zamanda çöl insanlarının da birçok ihtiyâcı böylece karşılanır. Bir çöl insanı için devenin derisi ayakkabı, yünü çadır ve elbise, gübresi soğuk günler için yakacak, eti ve sütü gıda demektir.

Yeryüzünde kılınan ilk cenaze namazı

Yeryüzünde kılınan ilk cenaze namazı


Yer yüzünde ilk cenaze namazı, Hz. Âdem için kılınmıştır.Übey b. Kâ'b'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Âdem (a.s.) ölüm döşeğinde oğullarına: "Evlâtlarım! Ben cennet meyvelerinden yemeyi arzuluyorum, özlüyorum!" dedi.

Oğulları, babaları için cennet meyveleri aramaya gittiler. Meleklerle karşılaştılar.Meleklerin yanlarında Hz. Âdem (a.s.) için kefen, koku, kazma, kürek ve zenbil vardı. "Ey Adem'in oğulları! Nereye gidiyor, ne arıyorsunuz?" dediler.Onlar da; "Babamız hastadır. Cennet meyvelerinden yemeyi arzuluyor, özlüyor. Onu toplamak için bizi gönderdi." dediler.

Tasavvufta ilk icazetname

Tasavvufta ilk icazetname

Hz. Ali (k.v.), halifeliği sırasında tebdîl-i mekân edip, ahâlînin dertlerini dinlerdi. Nerede bir âlim duysa, gider onu dinler, doğru yoldan ayrılanları îkaz eder, doğru olanları takdir ederdi. Bir gün yolu Basra'ya düştü.

Şehri gezerken bir mecliste Hasan-ı Basrînin vaaz ettiğini gördü, vaazını dinledi,beğendi ve tebrik etti.

Hasan-ı Basrî Hazretleri onun Hz. Ali (k.v.) olduğunu anlayıp hemen kürsüden indi, eteğinden tutup mübarek ellerine yüzünü gözünü sürüp öptü ve ona bîat etti. Hz. Ali (k.v.)'den kendine zikir telkini istedi. Hz. Ali (k.v.), tasavvuf ile alâkalı sırları Hasan-ı Basrî'ye (r.h.) anlattı ve ona icazet vererek insanları irşâd ile vazifelendirdi.

İlk "Hilâfetnâme"yi yazıp Hasan-ı Basrî (r.h.)'a verdi. Tasavvuf ehli arasında âdet olan "İzinname" veya "icazetname" denilen yazılı kâğıt verme usûlü Hz. Ali (k.v.)'den kalmış oldu.


(Resim: Mevlana Halid-i Bağdadi [K.S.]'in Kürdemir'li Şeyh İsmail Şirvani[K.S.]'e Verdiği İcazet )

İlk Resmi Eczahane

İlk Resmi Eczahane


Müslümanlar, ilk resmî eczahaneleri daha hicrî 8. asrın 8. senesinde (M.708), el-Mansûr'un halifeliği zamanında kurdular.

9. asırdan itibaren, askerî sağlık işlerine âit olanları da dâhil bütün eczahaneler, resmî murakabeye tâbi bulunuyordu. Nasıl doktorların bir başı varsa, her şehirde yeni eczacıları imtihan eden ve onlara (lisans) veren, eczacıların da bir başı vardı.

Bu eczahaneler, bizzat sağlık zabıtası memurları tarafından muntazam şekilde teftîş olunurlardı. Ayrıca, yiyecek maddelerinden zehirlenme ile, salgın hastalıklara mâni olmak için gıda maddelerinin murakabe mahallerini, mevcut değirmen, süthane ve yiyecek dükkanlarını ve bulundukları yerlerle kaplarının temizliğini, emvalin kalitesini, ölçü ve tartılarının doğruluğunu kontrol, kasap dük-kanlarıyla şehirlerin dışında kâin mezbahalardaki eti muayene de sağlık zabıtasının vâzifelerindendi.

Hiç Korkmuyor musun?

Hiç Korkmuyor musun?


Hacı Bektâş-ı Velî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlânın dostlarını ve kerâmetlerini tasdik etmek îmândır. Zîrâ onlar, kendi nefslerinin arzularını, dünyâyı sevmeyi bıraktılar. Allahü teâlâya yaklaştıkça, Rablerine olan korku ve saygıları gittikçe çoğaldı. Allahü teâlâ, o velîlerin hatâlarını yüzlerine vurmadı. Sen ise, her gün türlü türlü günahlar işliyorsun da hesaba ve sorguya çekilmiyeceğini, kıyametin kopmayacağını veya mezârdakilerin tekrar dirilmeyeceğini veya saidlerin şakilerden (günahsızların günahkarlardan) ayrılmayacağını mı sanıyorsun? Haramdan kaçınmıyor, bulduğunu yiyip giyiyorsun. Yaradanın nimetlerini yiyor ama emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmıyorsun? Hiç Allahü teâlânın cezalandırmasından korkmuyor musun ki, kötü olan işleri yapmaya devam ediyorsun?”

Makâlât (Süleymâniye Kütüphânesi, Denizli kısmı, No: 313/4)

Osmanlı'nın Hicaz'daki Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri

Osmanlı'nın Hicaz'daki Deniz Suyunu Arıtma Tesisleri




Hicaz, Osmanlı Devleti idaresine girdikten sonra vilâyet haline getirilmiştir. Bu vilayet Mekke, Medine ve Cidde sancaklarından oluşmaktaydı. Hicaz’daki bu teşkilat, küçük değişikliklerle Osmanlı Devleti’nin buradaki idaresinin sona ermesine kadar devam etti (1919).

Osmanlı Devleti ve mahallî idareler, Hicaz’da mülkî ve askerî teşkilâtlanmanın icabı olarak bütün tarihi boyunca ve bilhassa son yüzyılda çok büyük çalışmalar yaptı. Hem devlet idaresi için hem de halk ve hacılar için sayılamayacak kadar çok bina ve müessese yapıldı. Çok geniş bir hizmet sahasında olmak üzere posta ve telgraf idareleri kuruldu. Kızıldeniz limanlarının hepsinde gümrük idareleri oluşturuldu.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Bu adamlar neden ağlıyorlar? Bunlar ağladıkça Türk milleti de şehid vermeye, acı çekmeye devam edecek... (video)

Bu adamlar neden ağlıyorlar, bu gözyaşlarını ne için döküyorlar, gözyaşları ne zaman dinecek?
Onların göz yaşı dinince, gözyaşı dökme sırası bize mi gelecek?

15 Temmuz 2011 Cuma

Berat Gecesinin Önemi ve Hususiyetleri

Berat Gecesinin Önemi ve Hususiyetleri


“Haa miiiim… Apaçık kitaba yemin olsun ki, Biz onu (Kur'anı) mübarek bir gecede indirdik. Biz, gerçekten uyarıcıyız. Onda (o mübarek gecede), her hikmetli iş katımızdan bir emirle ayırt edilir...” [Duhan suresi, 44/1-4]

...
Yeryüzünde yaşayan bir buçuk milyarı mütecaviz İslâm âlemi olarak büyük bir heyecan-coşku ve sevinçle ihyâ ettiğimiz mübârek gecelerden biri, hiç şüphe yok ki, Berat Gecesidir.

Berat Gecesi, Kameri aylardan Şaban'ın ondördüncü gününü onbeşine bağlayan gece...

İçinde bulunduğumuz bu sene (h. 1432 / m. 2011) Berat Gecesini, 15 Temmuz Cuma gününü 16 Temmuz Cumartesiye bağlayan gece idrâk edeceğiz inşaallah.

***

BERAT VE BERAT GECESİ

Türkçemizde “berat” olarak söylediğimiz bu kelimenin aslı, “el-berâe”dir. Arapça isimdir.

Berat lûgatte; kurtuluş, bir borçtan, cezadan ve sorumluluktan kurtulmak… uzak kalmak, aklanmak, temiz ve suçsuz olmak… ilişkiyi kesmek… rütbe-nişan veya herhangi bir konuda verilen imtiyazı doğrulayan yazılı belge/ferman gibi manalara gelir.

Mesela Osmanlı devlet teşkilatında, önemli vazifelere tayin edilen kimselere verilen ve üzerinde padişahın tuğrasını taşıyan yetki belgesine “berat” denirdi.

Ayrıca yeni yapılan bir şeyin, yeni ortaya konulan bir buluşun ya da bunu kullanma hakkının kime ait olduğunu gösteren ve devlet tarafından verilen belge, yani “patent” de bu isimle anılırdı.

Bir başka ifadeyle "berat"; iki şey arasında ilişki olmaması-kalmaması, kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması anlamına gelmektedir. Nitekim mü'minlerin, adı geçen gecede günah yüklerinden kurtulup İlâhî affa/bağışa, rahmete ermeleri umulduğu için bu geceye Berat Gecesi denmiştir.

“Berat Gecesi” veya Farsça kullanılan terkibiyle “Leyle-i Berat”, Şaban ayının 15. Gecesine rastlayan ve Sevgili Peygamberimize (s.a.v.) Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla peygamberliğinin ulaştırıldığı mübarek gece…

Kur’an-ı Kerim’de “berâet” kelimesi iki yerde geçmektedir. [1] Buralarda “berâet"; kurtuluş belgesi, suçsuzluk, garanti, ihtar ve dokunulmazlığı kaldırmak gibi manalar taşımaktadır.

Berat kelimesi dini lisanımızda “berâet-i zimmet/berâet-i asliye” ve bir de “berat gecesi” terkibinde iki ayrı ıstılahta kullanılmıştır.

“Berâet-i asliye”, kişinin hukuki ve cezai sorumluluğunun olmaması demektir. Eşyada aslolan ibâha yani helâllilktir, bu da İslâm hukukunda “Berâet-i asliye” umdesi/ilkesi ile ifade edilmiştir. Binaenaleyh kişi, Şâri’in hitabı ve hükmü olmadan yükümlü tutulamaz… Aksine bir delil olmadan borçlu ve suçlu sayılamaz. Mecelle’de 8. Madde olarak yer alan “Berâet-i zimmet asıldır” küllî kaidesi de bunu ifade etmektedir. [2]

***

BERAT GECESİNİN ÖNEMİ VE DİĞER İSİMLERİ

Peygamber Efendimize Salevat

Peygamber Efendimize Salevat

Allâhü Teâlâ;

"Muhakkak ki, Allâhü Teâlâ ve melekleri peygamber üzerine salâtta bulunurlar. Ey iman etmiş kimseler! O'nun üzerine salâtta, teslimiyetle selamda bulunun" (Ahzâb Sûresi, âyet 56} diye emir buyurdu.

Bu emirden dolayı Mü'minlerin ömürlerinde bir defa Peygamber Efendimiz'e salevât okumaları farzdır.

Sonra her ne zaman mübarek ism-i şerifini işitirlerse salevat okumak vacip olur.

Diğer vakitlerde okumak sünnettir ve sevabı büyüktür.
Eğer Resulullah Efendimiz'e (s.a.v.) hürmet kasdıyla ve Allah rızası için okunursa Kur'ân okumaktan sonra sevabı büyük bir ameldir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.] buyurdular:

Beraet Gecesi Neler Olur?

Beraet Gecesi Neler Olur?


Hz. Âişe validemiz (r.anhâ) buyurdular ki;

Şa'bân-ı Şerifin on beşinci gecesinde Resulullah(s.a.v.) benim yanımdam sessizce ayrılmıştı. Resûlullah'ın (s.a.v.) başka bir hanımının yanına gittiğini zannettim. Odanın içinde Resûlullah'ı (s.a.v.) ararken elim mübarek ayağına değdi. O secdede dua ediyordu... Resûlullah sabaha kadar ayakta ve oturarak ibadete devam ettiler. Ayakları şişmişti. Ben hem ayaklarını ovuyor, hem de şöyle diyordum:

"Anam babam sana feda olsun, yâ Resûlallah! Allâhü Teâla senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamadı mı? Allâhü Teâlâ sana böyle yapmadı mı? Öyle değil mi. öyle değil mi?"

Resûlullah (s.a.v.),

"Ey Âişel Ben şükredici kul olmayayım mı? Ey Âişe, sen bu gecede ne olduğunu bilir misin?" buyurdu.

Ben, "Bu gecede ne vardır, yâ Resûlallah?" dedim.

Buyurdular ki:

"Bu sene içinde doğacak her çocuk, ölecek olan her kişi deftere yazılır, bu gecede rızıkları indirilir, amelleri ve fiilleri (ibadetleri ve işleri) Allah'a arz olunur."

Sabır ve namazla yardım isteyiniz

Sabır ve namazla yardım isteyiniz

Evet, her an her zaman, her yerde, her durumda Allah’tan yardım isteyeceğiz. Dileklerimizi-temennilerimizi Ona arz edeceğiz.

Ama nasıl?

Şartları var mı?

Varsa nelerdir?..

Zira şartlarına riayet edilmeden yapılacak istekler, müracaatlar karşılık bulmaz, talepler tahakkuk etmez.

İşte tam da bu noktada Rabbimiz bize, zatından yardımı nasıl, neyle istememiz gerektiğini açıklayarak buyuruyor ki:

“Ey İman edenler! Sabır ve namaz ile (Allah’tan) yardım isteyin! Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (1)

Önce sabır ve kararlılığa alışınız; nimetlerin kendilerine göre zahmetleri de vardır. Allah''ın bütün nimetlerine, hele sonsuz nimetlerin tamamına anahtar olan iman ve İslâm nimetine şükretmek ve özellikle bunu “ihsan” mertebesinde eda edebilmek elbette kolay değildir. Siz bu girip yüreyeceğiniz yolda ebedi bir gayeye yürüyeceksiniz... Yürürken imtihanlar geçirecek, biri içte, diğeri dışta iki büyük düşmanla çarpışacaksınız.

Bir taraftan nefislerinizin heves ve arzusu, diğer taraftan kâfirlerin, hak düşmanlarının hücum ve eziyetleri ile uğraşacaksınız. Bunlara karşılık vermek ve kendinizi savunmak için cihada ve savaşa mecbur olacaksınız. Bazı zahmetler ve meşakkatler göreceksiniz.

Ruhen ve bedenen nefsinizi terbiye etmezseniz, sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışamazsınız, Allah''ın yardımının ilk sebeplerinden birini kaybetmiş olursunuz, tehlikeye uğrarsınız. En ufak bir sıkıntı, bir acı karşısında korkmaya, sızlanmaya başlarsınız. Ümitsizliğe ve gevşekliğe düşersiniz. Şunu biliniz ki; sabır, her başarının başıdır.

İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca varlık âlemini tanımanın başı sabırdır.

Sabırsızlık; acele etmek ve bir anda her şeyi istemektir. Halbuki yaratıklar, zamana bağlı olup, terbiye kanununa tâbidirler. Zaman ise peşpeşe gitmek, yavaş yavaş olmak demektir. Bunun için yaratıkların tam başarıya ulaşmaları derece derece bir silsile takip eder. Bu da sabra bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek, hiçbir şey istememektir. Hatta yaşamak, sabretmektir.

Âlimler sabrı iki kısma ayırırlar:

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Kedi ve Köpek Alıp Satmak Caiz Midir?

Kedi ve Köpek Alıp Satmak Caiz Midir?


Amelde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezheplerinin dördüne göre de, kedi alım-satımı caizdir.

***

Ancak köpek alım-satımını yasaklayan bazı hadisler bulunmaktadır. [Buhari, Sahih, Buyu’, 113; Müslim, Sahih, Müsakat, 39 (1567)].

Bu hadislerden yola çıkan Şâfii ve Hanbelî müçtehitleri, köpek satışını caiz görmememişlerdir.

Malikî mezhebine mensup müçtehitler ise, Sünen-i Nesâî’de geçen bir hadise dayanarak (Nesai, Sünen, Buyu’, 91) sadece av köpekleri ile bekçi köpeklerinin satılmasının caiz olduğunu söylemektedir. “Satımı caiz görülen bu köpek grubu içine günümüzde suçluların takibi, uyuşturucu maddelerinin tespiti vb. maksatlar için kullanılan, iz süren köpekler de girer.” (Hüsameddin Affâne, Fıkhî ve Ahlâkî Yönleriyle İslam’da Ticaret, Terc. Polen Yayınları, İstanbul, 2007, s. 168)

Hanefi mezhebi ise köpeğin, kendisinden faydalanılabilen bir mal olduğunu, köpek satışını yasaklayan hadisin İslam’ın ilk devirlerine ait bulunduğunu, fakat bunun daha sonra kaldırıldığını söyleyerek, her cins köpeğin satışını caiz görmektedir. (Kâsânî, el-Bedâiu’s-Sanâi’, 5, 143)

Hatta Hanefi mezhebinde köpek alınıp satıldığı gibi, kiraya da verilir; şayet öldürülürse ödenir... Derisinden seccade bile yapılabilir. [İbn Âbidîn/Reddü’l-Muhtar ale’d-Dürri’l-Muhtar]

Peygamber efendimizin şefaati

Peygamber efendimizin şefaati

Sual: Peygamber efendimizin şefaati nasıl olacak?
CEVAP
Kabirden önce Resulullah efendimiz, üzerinde Cennet elbisesi ile kalkacak. Burak üzerinde, elinde liva-ül-hamd isimli bayrakla mahşer yerine gidecek, peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracak, hepsi, beklemekten çok sıkılacak, önce peygamberlerden Hazret-i Âdem, sonra Hazret-i Nuh, sonra Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa’ya gidip, hesaba başlanması için şefaat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özür bildirerek, Allahü teâlâdan utandıklarını söyleyecekler, şefaat edemeyecekler, sonra Resulullah efendimize gelip yalvaracaklardır.

Önce, Onun ümmeti, Sırattan geçip Cennete girecektir. Sonra bütün peygamberler şefaat edecektir. (Buhari)

Peygamber efendimizin şefaati şöyle olacak:
1- Makam-ı Mahmud şefaati ile, mahşerde beklemek azabından kurtaracaktır.
2- Çok kimseyi, sorgusuz, sualsiz Cennete sokacaktır.
3- Azap çekmesi gereken müminleri azaptan kurtaracaktır.
4- Günahı çok olan müminleri Cehennemden çıkaracaktır.
5- Sevapla günahı eşit olup, Araf’ta bekleyen kimselerin Cennete gitmelerine şefaat edecektir.
6- Cennete girmiş olanların derecelerinin yükselmesine şefaat edecektir.

Yahudiler Hep Birlik ve Beraberlik Sebebiyle Muzaffer Oluyorlar

Yahudiler Hep Birlik ve Beraberlik Sebebiyle Muzaffer Oluyorlar


Türkiye yahudileri, yahudilerin İspanya'dan sürülüp Osmanlı topraklarına kabul edilmelerinin 500. yıldönümünü kendi açılarından bir fırsat kabul edip bu fırsatı iyi değerlendirmek amacıyla 1989 yılında 500. Yıl Vakfı' nı kurdular. Vakfın kurucuları arasında yahudi olmayıp da yahudilerle yakın ilişkiler içinde bulunanlar da vardı. Ünlü işadamlarından Sakıp Sabancı, Anavatan Partisi İstanbul milletvekili Bülent Akarcalı, eski dışişleri bakanı Vahit Halefoğlu'nun eşi Zehra Halefoğlu, gazeteciler Nezih Demirkent, Yavuz Donat, Altemur Kılıç, tiyatro sanatçısı Yıldız Kenter, emekli amiral A. Sezai Orkunt 500. Yıl Vakfı'nın yahudi olmayan kurucularından bazıları. Vakfın yahudi kurucularının bazılarının adları da şöyle: Jak Kamhi (Profilo Holding'in başkanı), İshak Alaton (Alarko Holding'in ortaklarından), Üzeyir Garih (Alarko Holding'in ortaklarından), Vitali Hakko (Vakko'nun sahibi), Eli Acıman (Manajans'ın sahibi), Sami Kohen (gazeteci, Milliyet gazetesinin yazarlarından). Vakfın başkanlığına yahudi işadamlarından Profilo Holding'in sahibi Jak Kamhi getirildi.

500. Yıl Vakfı'nın yetkilileri amaçlarının 500 yıllık tarihin ve Türklerin tanıtımını yapmak ve böylece Türkiye'ye olan minnet borçlarını ödemek olduğunu ileri sürüyorlardı. Ancak vakfın kuruluşunu gerçekleştirdikten sonra başlattığı, özellikle de İspanya yahudilerinin kovuluşunun 500. yılı olan 1992 yılı içinde yürüttüğü faaliyetler asıl amacın daha farklı olduğunu ortaya çıkardı.

Hep Taktik Hareketlerle İtikadları Bozuyor; Mustafa İslamoğlu

Hep Taktik Hareketlerle İtikadları Bozuyor; Mustafa İslamoğlu




BÜYÜK YAZARIN (M.İSLAMOĞLU) YAZDIKLARI...

Birkaç sayıdan beri Mustafa Islamoğlu’nun çoğunu bile bile yaptığı yanlışlarından bahsediyoruz ya, bazıları bundan rahatsız olmuş. Çareyi bendenizi telefonla taciz etmekte bulmuşlar. Telefon ediyor, fakat itirazlarının arkasında duramıyorlar. Birkaç cümleden sonra cevapsız kalıp kapatıyorlar.

Bizim derdimiz neymiş... Mus­tafa Islamoğlu'ndan ne istiyormuşuz... Bizim rantımıza engel olmuş da onun için mi aleyhinde yazıyormuşuz... Uğraşacak başka kimse kalmadı mı da onunla uğraşıyormuşuz vesaire...

Ben de kendilerine şöyle diyorum:

a- Biz ondan bir şey istemiyoruz. Ama kendisine "İslam itikadından ve İslam fıkhından ne istiyorsun?" diye soruyoruz.

b- Rant peşinde değiliz, esasen İslamoğlu ile bizim aramızda zaten bir rant meselesi de yok.
c- Uğraşacak başka bir şey kalmadı mı ki Islamoğlu Müslümanlarla, İslam akâidiyle ve fıkhıyla uğraşıyor?
Bu zatları telefonu kapatmaya mecbur bırakan esas sözüm ise şu oluyor:

Yazdıklarımın hepsi Islamoğlu'nun eserlerindeki yanlışları tenkittir. Sahife numarası vererek sadece onun yazdıklarını aktarıyorum. Mustafa Islamoğlu ile ilgili yazılarımda herhangi bir iftira varsa söyleyin. Veya hangi tenkidim yersiz veya hangi cümlem yanlışsa onu söyleyin.

Mustafa İslamoğlu'nun Livata(eşcinsel ilişki) Belgesi

Mustafa İslamoğlu'nun Livata(eşcinsel ilişki) Belgesi



DEVELİ AĞIR CEZA MAHKEMESİ

ESAS NO : 1980 / 77
KARAR NO : 1981 / 63
C. SAV. NO : 1980 / 309
BAŞKAN : Metin YÜKSEL 19030

SANIK : MUSTAFA İSLAMOĞLU – Ahmet ve Bahriye oğlu 01.06.1961 doğumlu, Develi Fenese Yukarı Mahallesi nüfusuna kayıtlı olup, aynı yerde oturur, bekar, okuryazar, sabıkasız, Kayseri Yüksek İs. Enstitüsünde öğrenci.

İDDİA :

Yukarıda tarih ve sayısı belirtilen iddianame ile dini konularda ders vermesi için sanığa teslim edilen mağdurun geceleri babaannesinin yanında gündüzleri ise sanığın yanında kalarak ondan dini dersler aldığı, nihayet sanığın mağduru kız kardeşinin evine götürerek geceleyin orada kalmasını sağladıktan sonra fiili livata suretiyle onun ırzına tecavüz etmek suçundan eylemine uyan TCK. Nın 414/2 maddesi uyarınca cezalandırılması için kamu davası açılmıştır.

( Ankara’da ikamet etmekte olan baba M.D.,bir işi için Develi’ye geldiğinde, Mustafa İslamoğlu’na oğluna dini dersler vermesini teklif ediyor, o da kabul edince oğlunu Develi’ye gönderiyor.Gerisini resmi evraktan takip edelim

Mustafa islamoğlu'nun Babasının gönderdiği Red Mektubu

Mustafa İslamoğlu'nun Babasının gönderdiği Red Mektubu


“Muhterem Ali Eren Beyefendi!.. Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler... Allah hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na, köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla... Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.

“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!... Mustafa’nın dâl(sapıklığı) ve mudılliği(saptırıcılığı), baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına(kurtuluşuna) dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz... Milyonları ifsat(fesada verip) ve idlal etmesin(yoldan çıkarmasın)... Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun...”

Ali Eren, “Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” içinde, Yeni Mesaj, 23 Receb 1421 (21 Ekim 2000).

Mustafa islamoğlu okuyucularını felakete sürüklüyor...

Mustafa islamoğlu okuyucularını felakete sürüklüyor...

Mustafa İslamoğlu'nun sitesinde şu ifadeleri görüyoruz:

Razi buna şöyle cevap verir: "Eğer o kul sonsuz bir hayat yaşasaydı yine de küfründen dönmeyecekti. Bunu Allah bildiği için azabı sonsuz yaptı. Biliyorsunuz cehennemin sonluluğunu başta büyük sahabiler, İbn Teymiyye, İbn Arabi ve bir çok isim savunmuş, İbn Kayyım bu konuda Hadi'l-Ervah diye de bir kitap yazmıştır. Buna Kur'an'dan bazı ayetler de delil gösterilmiştir.. Ne olur sanal ortamda halledilmesi mümkün olmayan böyle soruları e-posta ile sormayınız. Buna zamanım asla elvermez ve yine yarım kalır cevap.

12/03/2007 Tarihini taşıyan bu yazıyı bugün (20/06/2007) buraya kopyaladım.

M. İslamoğlu'nun fena-i nar (Cehennemin sonluluğu) görüşünü benimseyip benimsemediği -yukarıdaki yazısından- tam olarak anlaşılmıyor. Ancak, M. İslamoğlu'nun bu yazısını büyük bir sorumsuzluk örneği olarak görüyorum. Çünkü,"Büyük sahabiler Cehennemin sonluluğunu savunmuştur" diyor.

Bunu okuyan ve itikadi konularda sağlam bir altyapıya sahip olmayan bir kişi ne düşünür? "Büyük sahabiler" haşa kâfir veya sapık olamayacağına göre, Cehennemin sonlu olduğuna inanmak sapıklık sayılmaz, hatta kabul edilebilir bir inanıştır, neticesi çıkar. Böyle bir anlayışın ise kişiyi felâkete sürükleyeceği izahtan varestedir.

Mustafa İslamoğlu'nun Abdest Konusundaki Fitnesi

Mustafa İslamoğlu'nun Abdest Konusundaki Fitnesi


Aşağıdaki makale Mustafa islamoğlu isimli gazete yazarına aittir. Bunun cevabı altta verilmiştir.

Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin!

Bugünkü yazımızı, cevabı herkesi ilgilendiren bir “soruya” ayırdık. Hayır hayır, bu bir “soru değil, bu bir “sorun!” Hem de çok ciddi ve adı: “Dini anlama sorunu.” Bu sorun, kimi zaman ortaya birden fazla “din” çıkarıyor ve insanlar “hangi dine” inanacağını şaşırıyor. (Siz ‘yanılmaz’ atalarını pazarlayanların dinine değil, kaynağı Kur’an olan Allah’ın dinine inanın.) Kimi zaman, Allah’ın kitabında yazmayan, Peygamber’in sünnetinde yer almayan “farzlar, haramlar” çıkarıyor.Düşünebiliyor musunuz; bu nevzuhur farzlardan Hz. Peygamber’in haberi yok! Bizim akıldanelerimizin bildiği bir “farz” düşünün ki, sahabe bilmiyor? Bir “farz” düşünün ki, müctehid imamların bu -sözümona- “farzdan” haberi yok! Güldünüz değil mi? Hayır, kimse gülmesin; çünkü kendisi gülünç durumda olanların başkalarına gülme hakkı yoktur ve şu an kendini çok dindar sananların dinleriyle ilgisi hurafe düzeyinde, bilgisi ise efsane niteliğindedir. İnsanlar ibadetleri âdetleştirince âdetleri de ibadetleştirdiler.

Bu satırları sert bulmayın lütfen; imamların birçoğuna göre “mukallid”in tarifi şudur: “Amellerini delilleriyle birlikte bilip, o delilleri değerlendirmede mezhep imamının ictihadını benimseyen kimse.” Söyler misiniz? Bu durumda kendini Hanefi sananların kaçta kaçı Hanefi’dir? Kaçta kaçı Şafii’dir? Bırakın avamı, “hocam” denilenlerin kaçta kaçı “mezheplidir?” Utanmadan yıllar yılı “mezhepsizlik edebiyatı” yapan ‘mezhepçiler’, duygularını, paralarını sömürerek sırtından geçindikleri Müslümanlara kinden, nefretten, cehaletten başka ne verdiler? Tezgâhında mezhep satarak geçinen bu tiplerden oluşan bir cemaat, radyodan ‘düz’ kadın sesine ‘haram’ diyen sözümona ilmihaller tezgâhlarken, dansöz pazarlayan TV istasyonuna sahip olmanın fetvasını bulmakta hiç de zorlanmadı. Bu tiplerden kaçını tanıdımsa, hepsi de şarlatandı. Ayak üstü “sübhaneke”nin anlamını sorsanız “kem-küm”den başka cevap alamazdınız. Ama dillerinin keskin yanını koca koca alimlerin enselerinden bir türlü çekmezlerdi. Mevdudi gibi, Seyyid Kutup gibi, nerede imanının bedelini ödemiş bir alim var, onun etini yiyerek semirmeyi beslenme alışkanlığı haline getirmiştiler. Haddini bilmeyen neyi bilir ki?

Babasının bile red ettiği sözde alim; Mustafa İslamoğlu

Babasının bile red ettiği sözde alim; Mustafa islamoğlu

Gazeteci - Yazar Ali Eren Beyefendinin 21 Ekim 2000 tarihinde köşesine taşıdığı konu çok dikkat çekiciydi. Bu gün iyice şöhret olup bazı kesim tarafından allame sınıfına konulan Mustafa İslamoğlu'nun muhterem babaları emekli imam-hatip ve fahri vaiz Ahmet İslamoğlu, oğlu Mustafa'nın hem yoldan çıkmış hem de yoldan çıkrarıcı olduğunun farkında olduğunu ve hidayeti için dua ettiğini bildiren bir mektup göndermiş... İktibas ediyoruz(alıntılıyoruz):

10 Temmuz 2011 Pazar

Bütün Yönleriyle Filistin Meselesi ve Filistin Tarihi

Bütün Yönleriyle Filistin Meselesi ve Filistin Tarihi


"Bu araştırmayı dikkatle okuduktan sonra, bugüne kadar çevirilen ve bundan sonra da çevrilmek istenilen oyunları hemen anlayabileceksiniz. Aslında hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığından, bir çok ülkede yaşanan olayların uluslar arası ve devletler üstü bir güç tarafından organize edildiğinden emin olacaksınız. "




FİLİSTİN

Hazret-i İsa’nın doğup yaşadığı, Allahü teâlânın dînini yaymak için ızdırap çektiği yer olması sebebiyle hıristiyanlarca; kendilerine Allahü teâlâ tarafından vâd edilen yer, ard-ı mev’ûd olduğu için yahûdîlerce; Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâca yükseldiği ve müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’nın bulunması sebebiyle de müslümanlarca mukaddes kabul edilen Kudüs’ün de içinde yer aldığı; kuzeyde Lübnan, güneyde Kızıldeniz, batıda Akdeniz, doğuda Suriye çölü ile çevrili bölgeye verilen ad.


Asya-Afrika yolu üzerinde stratejik bir kavşak noktası olduğundan; eski çağlardan beri istilâ ve göçlere mâruz kalan ve çeşitli medeniyetlere sahne olan Filistin’in bilinen târihi, mîlâddan beş bin sene öncelere kadar uzanır. Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm’ın oğlu Kenan’ın soyundan gelen Kenânîlerin yerleştiği Filistin’e ilk olarak İbrâhim aleyhisselâm ile Lût aleyhisselâm geldiler. Daha sonra İbrânım aleyhisselâmın oğlu İshak aleyhisselâm orada ikâmet etti. Onun oğlu Ya’kûb aleyhisselâm da oğulları ile birlikte Mısır’a göçmeden önce bir müddet kaldı. Mısır’da mâliye nâzırı olan oğlu Yûsuf aleyhisselâmın daveti üzerine Mısır’a giden Ya’kûb aleyhisselâm, Benî İsrail adıyla anılan çocukları ve torunları ile birlikte orada yerleşti.

Daha sonra Benî İsrail, Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm zamanında Fir’avn’ın zulmü sebebiyle Mısır’dan çıkıp, Mûsâ aleyhisselâmı dinlemedikleri için Tih çölünde, kırk sene şaşkın bir surette dolaştıktan sonra, Filistin’e yerleştiler. Dâvûd aleyhisselâm zamanında aldıkları Kudüs’ü, Süleymân aleyhisselâm zamanında îmâr ettiler. İsrâiloğulları güçlü bir devlet kurdular. M.Ö. 931’de kuzeyde İsrail, güneyde Juda (Yahuda) krallıklarına bölündüler. Daha sonraki devirlerde Âsurlular, Bâbiller, Persler ve Romalıların hâkimiyeti altına giren Filistin, Roma İmparatorluğu ikiye bölününce, Bizanslıların (Doğu Roma İmparatorluğu) payına düştü. İslâmiyet’in zuhurundan sonra hazret-i Ebû Bekr zamanında Gazze ve Ecnâdeyn, hazret-i Ömer zamanında da Kudüs’ün feth edilmesiyle müslümanların hâkimiyeti altına giren Filistin’e; Emevî, Abbasî, Fatımî ve Selçuklular hâkim oldular. 1099’daki haçlı seferleri neticesinde Kudüs’de hıristiyan krallığı kuruldu. 1187’de Selâhaddîn Eyyûbî, Kudüs’ü yeniden feth ederek Filistin’e hâkim oldu. 1281’de Akka’nın fethi ile Memlûklü hâkimiyetine giren Filistin, 1516 senesinde Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mercidabık zaferiyle Osmanlı topraklarına katıldı.

Kudüs, Gazze ve Nablus olmak üzere üç sancağa ayrılan Filistin, Şam eyâletine bağlandı. Filistin halkı, Osmanlı Devleti hâkimiyetinde uzun zaman bolluk, huzur ve refah içinde yaşadı. Osmanlı Devleti zayıflayınca, Filistin’deki sancaklar eyâlet, sonra da bağımsız emirlikler hâline geldi. 1799’da Napolyon Bonapart Mısır seferinde, Yafa’ya kadar Filistin’in bir kısmını ele geçirdi. Ancak Cezzâr Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, Akka önlerinde Napolyon’un ordusunu geri püskürttü (1799). Sonra, Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu Tosun İbrâhim Paşa, Filistin’e hâkim olunca, bölge, 1840’a kadar Mısır idaresinde kaldı.Orta Doğu’nun zenginliklerinden faydalanmak ve dünyâ hâkimiyetini devam ettirmek isteyen İngiltere, on dokuzuncu yüzyılın başından îtibâren, Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve İslâm ülkelerini bölmek için, Filistin’de bir yahûdî devleti kurulması, bunun için de dünyâ yahûdîlerini bir bayrak altında toplama fikrini ortaya attı. İngiliz hükümeti ve yahûdîler, Sir Herry Finch isimli bir avukata Calling of the Jews adında bir kitap yazdırdılar. Bu kitapta, yahûdîlerin, Filistin’de bir yahûdî devleti kurmaları fikri işlenerek, kamuoyu meydana getirildi. Londra’da yerleşen ve büyük servet sahibi olan İtalyan yahûdîsi Musos Haim Montefiore, 1824 yılında Filistin’e göç etti ve 1837’ye kadar burada yaşadı. Bu târihte Filistin’de sekiz bine yakın yahûdî nüfûsu bulunuyordu. Bu kadarcık nüfûsla devlet kurulamıyacağını anlayan Musos Haim Montefiore, 1837’de Londra’ya döndü. Yazdığı bir kitapda Filistin’in tarıma elverişli olduğunu anlatıp yahûdîlerin Filistin’e göç etmesini teşvik etti.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Beynin Bir Sırrı Daha

Beynin Bir Sırrı Daha


İngiltere'deki Southampton Hastanesi bilim adamları, ölümün hemen öncesinde yaşananlar üzerine yaptıkları araştırmada, klinik olarak ölü kabul edilen kişilerin de pek çok duyguyu yaşadıklarını tespit ettiler.

Beynin fonksiyonlarını yitirmesinin ardından, yani hastanın klinik olarak ölü kabul edildiği safhada, yaygın inanışın aksine, hastaların çeşitli hisleri bulunduğuna dikkat çeken bilim adamları, bunların başında huzur-mutluluk, hüzün ve keder gibi duyguların geldiğini belirtiyorlar.

Bilim adamlarına göre, bu çeşit hastalar ayrıca zamanın aktığını anlayabiliyor ve ışığı idrâk edebiliyorlar.

Southampton Hastanesi'nden Dr. Sam Oarniea ve Dr. Peter Fenwick'in yaptığı araştırmada, ölümün eşiğinden dönmüş 63 kalp hastasıyla yapılan röportajlardan istifade edilerek bu neticeler elde ediliyor. 4'ü "klinik olarak ölü" kabul edilip sonra da hayata dönmüş 63 hastayla konuştuklarını belirten Dr. Fenwick şunları söylüyor:

"Akıl ve beyni birbirinden bağımsız değerlendirmek mümkünse, bu ölüm sonrasında şuurun hâlâ uyanık kaldığı düşüncesini gündeme getiriyor."

Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin bağlıları (Süleymancılar) hangi partiye oy verecek? | Hangi parti tercih edildi? | Mehmet Fahri Sertkaya (video)

Cemaat merkezi ( Muhterem Alihan Kuriş Beyağabey ) kararını açıkladı: KESİNLİKLE OY YOK! Kesinlikle AKP'ye ve MHP'ye oy ve...